9 Mayıs 2025
Haberler

88. Yılında Dersim Soykırımı ve Suriye Alevi Katliamları Panel’de Tartışıldı

Dersim Alevi-Kızılbaş soykırımının başladığı gün sayılan 4 Mayıs 1937 tarihli Bakanlar Kurulu kararının 88. yıl dönümü vesilesiyle Berlin’de panel gerçekleştirildi. Alanında uzman akademisyen tarihçilerin katıldığı panelde ‘Dersim’den Suriye’de Alevi Katliamları’ masaya yatırıldı.

Önceki gün, BAT-Cemevi ve Berlin Dersim Cemaati tarafından ortak organize edilen ve moderatörlüğünü BAT-Cemevi Yönetim Kurulu Başkanı Dr. Yüksel Özdemir’in yaptığı panele; Cemevi ve Dersim Cemaati yönetim kademeleri temsilcileri, Avrupa Dersim Dernekleri Federasyonu Başkanı Kemal Karabulut, AABF İnanç Kurulu’dan Hasan Doğan, Arap Alevileri Federasyonu Başkanı Serhat Süleyman Narlı, Arap Aleviler Birliği Berlin’den Nadiye Dağ, Dem Parti Berlin’den Sibel Yiğitalp, CHP Berlin Birliği’nden İmam Kaloğlu, Kırmançki-Zazaki Enstitüsü’nden Seyitali Dikmen’in yanı sıra bazı sivil toplum ve kardeş dernek temsilcileriyle birlikte çok sayıda kişi katıldı.

Dersim Cemaati binası ana salonunda Derviş İsmail Canbaz Dede’nin verdiği gülbenk ve saygı duruşu ile başlayan anma BAT-Cemevi adına 2. Başkan Kadir Şahin, Dersim Cemaati adına Başkan Müslüm Karadaş ve Avrupa Arap Alevileri Federasyonu (AAAF) Başkanı Serhat Süleyman Narlı’nın açılış konuşmalarıyla ve ardından panelle devam etti.

‘Seyit Rıza’nın Tekmesi O Kararı Verenlere Bir Cevaptır’

Koçgiri, Dersim ve günümüzde Suriye’de soykırımda politikalarıyla katledilen canları anarak sözlerine başlayan BAT-Cemevi 2. Başkanı Kadir Şahin, Seyit Rıza’nın idam sehpasına yürürken gösterdiği dik duruş ve kararlılığın Alevilere ışık olduğunun altını çizerek sözlerine şöyle devam etti: “74 yaşında ölüme yürüyen yiğit inancına ve halkının davasından asla vazgeçmeyeceğini gösterdi. Karanlık bir gecede idam sehpasında ayağının altındaki tabureye tekme atması, Dersim’in onurlu direnişinin ve cesaretinin simgesidir. O tekme idam ve katliam kararı verenlerin suratına atılmış bir tokat, yalanlara ve hilelere karşı duruşun en güçlü ifadesiydi.

Şahin: Dün Dersim’de Yapılan Bugün Suriye’de Yapılıyor

Dersim Tertelesi Türkiye Cumhuriyeti’nin yüzleşmediği karanlık sayfalarından birisidir. 2011 yılında konuşan dönemin Başbakanı Erdoğan raporları göstererek bu soykırımı doğrulamıştır. Erdoğan konuşmasında özür dilemişti fakat bu özrün somut anlamda yerini bulması için bugüne kadar hiçbir somut adım atmamıştır ve atmayacaktır. Bu nedenle bizlerin sesini yükseltmesi çok önemlidir. Soykırımla yüzleşilmesi, kayıp çocukların bulunması, mezar yerleri belli olmayan canlarımızın mezar yerlerinin açıklanması ve Dersim ismi resmi bir şekilde iade edilmelidir. Dersim’de insan ve doğal yaşamı tehdit eden eko-soykırım baraj projelerine son verilmelidir. Sevgili canlar… Koçgiri’den Dersim’e, Maraş’tan Sivas’a kadar yaşanan Alevi katliamları yenilerinin yaşanmasına cesaret vermiştir. 88 yıl önce Dersim’de Aleviler hangi amaçla katledildiyse bugün de Suriye’de şeriatçı katiller Aleviler’e saldırarak yok etmek istiyorlar. Eğer bu katliamlara sessiz kalırsak Alevi katliamlarına yenileri eklenecektir. Toplumsal barış için bu soykırım-katliam siyasetine karşı durmak için daha fazla bir araya gelmeliyiz. Anadolu ve Mezopotamya’daki farklı kimliklerin değer olarak korunması için daha fazla çaba göstermeliyiz.”

Şahin’in ardından söz alan Dersim Kültür adına Başkan Müslüm Karadaş bu anma programı ve paneli organize eden, katılan tüm insanlara teşekkür ederek Koçgiri, Dersim’den Maraş, Sivas ve Suriye’de katledilenleri anarak sözü Avrupa Arap Alevileri Federasyonu (AAAF) Başkanı Serhat Süleyman Narlı’ya bıraktı.

Narlı: Muaviye Zihniyeti Bugün Türkiye ve Suriye’de

‘Tarihin tekerrürden ibaret olduğu’ sözüne dikkat çeken Narlı konuşmasında şunlara dikkat çekti: “Bizlerin bir araya gelmesinin nedeni Aleviler için tekerrür eden durumun bir son vermektir. 1937-38’de Dersim’de yaşatılan Tertele bugün Suriye’de feci şekilde yaşatılmaktadır. Tarihin her safhasında olan bu sapkın Muaviye zihniyeti günümüz Türkiye’sinde ve Suriye’sinde devam etmektedir. Suriye’de yaşanan katliamlar sürecinde bizlerle dayanışma içinde olan Berlin Cemevi ve Berlin Dersim Cemaatine çok teşekkür ediyoruz. Bizleri tarih boyunca ayrıştırmaya çalıştılar. Bizleri Arap Alevi diyerek ayrıştırmaya çalıştılar. Oysa ki Aleviliğin ırkı olmaz. Aleviliğin dili olmaz! Alevilikte Kürt, Türk, Arap olmaz. Bu noktada hepinizi dayanışma içinde olmaya davet ediyor ve hepinize saygı ve sevgilerimi sunuyorum.”

Narlı’nın selamlama konuşmasının ardından panele geçildi. Panel’de ilk sözü tarihçi akademisyen Doç. Dr. Yalçın Çakmak aldı.

Çakmak sunumunu Osmanlı ve Cumhuriyet dönemi olarak iki başlıkta aktardı. Osmanlı’nın 1514’ten sonra Dersim’in içinde kaldığı coğrafyaya hakim olma süreciyle birlikte Dersim’le problemlerinin başladığına dikkat çeken Çakmak şu başlıklara değindi;

‘Tarihsel Bir Hesaplaşma’

“Osmanlı’nın resmi raporlarına baktığımızda Dersim çok problemli bir bölge olarak aktarılıyor. Bu bölge ile ilgili yazışmalara baktığımızda Doğu Dersim bölgesi ve aşiretleri ile Batı Dersim bölgesi aşiretleri aktarımları var. Batı bölgesinde tırnak içinde ‘baş belası haline gelen’ Desiman ve Şeyh Hasanan aşiretlerini raporlarda görebiliyoruz. En sonda söyleyeceğimi en başta söylersem; Dersim 1937-38 sürecinin yaşması aslında Osmanlının bölgede otoritesini tesis edememesi sonucunda; ‘Sünni Cumhuriyet Bürokrasisi, Cumhuriyetin askeri elitlerinin hesaplaşması, bir rüştünü ispatlama’ durumuydu.

‘Bunlar Kızılbaş, Alamayız!’

Osmanlı döneminden Cumhuriyet dönemine elbette dönemsel olarak merkezi otorite ile bir araya gelen diplomasi ve siyaset yürütmeye çalışan Dersimli aşiretleri görüyoruz ama bu durum genellikle süreklilik oluşturan bir durumda değil, kahır ekseriyeti çoğunlukla Osmanlıyla karşı karşıya gelen pozisyondalar. Osmanlı, 1. Dünya Harbi’nde aşiretlerle geliştirdiği diplomatik ilişkiler sonucunda savaşa dahil olmalarını istedikleri gibi Rus harbi döneminde aşiretleri savaşlara dahil etmek istiyor. Bu ilişkiler görüşmeler olduğu halde ne aşiretler tamamıyla devlete güveniyor ne de devlet aşiretlere güveniyor. Bu durum uzun yıllar devam ediyor. Bunu en iyi 1890’lı yıllarda Hamidiye Alayları kurulduğu zaman bu alayların özellikle Şafi Kürtlerden oluşturulması vurgusunu görüyoruz. Fakat bu süreç başladığında belgelerden takip ettiğimiz kadarıyla Dersim’den Muş’tan bazı Alevi aşiretler başvuruyor fakat Osmanlı bölge idarecileri bu başvuruları reddediyor. Bunun üzerine Sultan Abdülhamit Ahmet Şakir ve Zeki Paşalara yazıyor “Bu aşiretleri neden almıyorsunuz_” diye onlarda; “Sultanım, bu Aşiretler Kızılbaş. Bunlara verilen silah bize karşı geri döner” diye cevap veriliyor.

‘Aşiret Mekteplerine Dersimliler Alınıyor’

Fakat bundan sonra aşiret mektepleri kuruluyor ve Kürdistan’ın farklı yerlerinden gelen aşiret çocuklarını kabul ediyorlar. Bunlar içinde Dersimli aşiretlerin çocukları da bulunuyor. Bu aşiret mektepleri içinde en önemli iki figür Dersimli Hasan Hayri Bey ile Muş bölgesinden Cibranlı Halit Bey. Bu ikisi de 1925 Şeyh Said isyanı gerekçesiyle idam ediliyor. Yani Dersimliler Osmanlı veya Cumhuriyet diplomaside yürütüyor, karşılıklı ilişkide geliştiriyor. Bunun dışında batılıların Harput’ta açtıkları elçilikler üzerinden onlarla da diplomatik görüşmeler gerçekleştiriyorlar. Bu ilişkilenme biçimi elbette resmi otoriteye boyun eğmek onun bütün her şeyini kabul etmek anlamına gelmiyor. Zaten yaşanan sonuçlar aşiretlerin devlete, devletin aşiretlere güvenmediğini gösteriyor. 1915’te 1. Dünya savaşı ve Ermeni soykırımı sürecinde Dersim’li aşiretlerin Ermeniler’e yardımı nedeniyle de devlet Dersimlileri mimliyor. Yani devletin tarihsel hafızası var ve Dersimlilerin kendisine karşı aldığı pozisyonu her zaman kaydediyor. Dersimlilerin Ermenilere yardım eden tarafı olduğu gibi Gül Ağa, Veli Ağa gibi karakterleri de Devletle işbirliği yaparak Ermenileri teslim ediyor. Elimizde olan şu belgelerde 180 Ermeni’nin teslim edildiğini görebiliyoruz.

‘Askeri Tarihçiler Dersim’i Kaydediyor’

Bu örnekleri vermemin nedeni şu… Hani bir ‘hesaplaşma, rüştünü ispat etme’ dedik. Ahmet Cevdet Paşa diye bir Osmanlı tarihçisi var. Tezakir ve Maruzat kitaplarında Dersim ve Akçadağ bölgesinden bahsederken; “Dersim eşkıya yuvasıdır. Sadece oradakiler değil, başka yerdekiler de devletten kaçmak için Dersim’e sığınırlar” der. Ve düşünün ki siz Selanik’te Askeri okulda okuyan Mustafa Kemalsiniz ve tarih kitabınız Ahmet Cevdet Paşa’nın kitabı. Yani kafalarda Dersim’e dair negatif durumlar oluşturulmaya başlıyor. 1920’li yıllara geldiğimizde yeni bir rejim kurmaya çalışan Mustafa Kemal var ve bu dönem içinde “Koçgiri hadisesi” denilen bir durum başlıyor Topal Osman ve çetesinin katliamlarını ve yaşanan diğer gelişmeler ile bunun Dersim’le ilişkisini adım adım meclis zabıtlarından takip edebiliyorsunuz. Koçgiri üzerinden Dersim’e dair konuşan ve raporlar hazırlayan siyasi askeri elitlerin hepsinin müthiş bir tarihsel hafıza ile hareket ettiğini görüyoruz. 1890’lardan sonra da Abdülhamit’in hazırlattığı raporlarda Dersim için “Bir çıbandır, bir yaradır, bir urdur sökülüp atılması gerekiyor.” 1938’e gelinen süreçte de bir devlet görevlisi “Dersim bir çıbandır başıdır sökülüp atılması gerekiyor” diyordu.

‘Zehirli Gazları Kullan Biz Senin Arkandayız!’

Koçgiri’den sonra 1925’te Şeyh Said isyanından hemen sonra 1926 Dersim Koçan aşiretine yönelik askeri hareket. Bu aşirete dair önceki raporlar üzerinden de yapılan açıklamalarda “Dersim’de merkezi otoriteye sürekli sorun çıkaran baş eğmeyen aşiret” olarak gösteriliyor. Ardından 1930 Pülümür askeri hareket ve 1937-38’ giden süreç adım adım geliyor. Bu askeri operasyonu devletin yapacağı belliydi ama bunun işaret fişeği bana göre Seyit Rıza’nın oğlu Bawa İbrahim’in devletin yereldeki Dersim’li iki aşiret bireyleri ile kurduğu ortaklıkla öldürülmesidir. Seyit Rıza’nın yazdığı mektuplar ile devletin resmi belgelerinde oğlunun öldürülmesi planında hangi aşiretler ve bireylerinin yer aldığını görebiliyoruz. Bu kişiler daha sonra Seyit Rıza’nın idamına giden sürece kadar onun faaliyetlerine dair bilgileri devlete verdiğini yine belgelerden görebiliyoruz. Seyit Rıza’nın idam edilmesinden sonra zaten Dersimlilere yönelik insanlık dışı katliam girişimlerinde bulunuyor. Mesela İhsan Sabri Çağlayangil’in 1980’li yıllarda Kemal Kılıçtaroğlu’na verdiği röportajda kullanılan zehirli gazları itiraf ediyor. Bunun dışında 1937 Nisan ayında Abdullah Alpdoğan’a mektup gönderen dönemin Dahiliye Vekili Şükrü Kaya; “Sen bizden gaz istedin. Burada bu gazın kullanılmasına karşı çıkanlar oldu ama ben de, cumhur reis de senin arkanda. Gazları yolluyorum. Senin bu gazları gerektiği gibi kullanacağından kuşkum yok. O şakileri o mağaralara göm ki bir daha da canlanmasınlar” diyor bu gösterdiğim belgede. Elimizde olan bir başka yeni bir belgede Seyit Rıza’nın idamından 5 gün sonrasına ait. 50’ye yakın aşiret reisinin mühürlü bir yazısı var. Fransızcaya çevrilmiş ve dönemin Milletler Cemiyetine gönderilmiş. Bu belgede de yapılan katliamlara dair anlatımlar var”.

Çakmak’ın ardından tarihçi akademisyen Hakan Mertcan söz alarak Dersim Alevi soykırımı bağlamında günümüzde Suriye’de yaşanan Alevi katliamına dair başlıklara dikkat çekti.

Birkaç yıl önce yaşanan ağır bir depremle Suriye Antakya Alevilerinin yaşadıklarına dair konuşmaları burada yaparken ve onların sorunlarıyla ilgilenirken şimdi de artık soykırım pratiklerini konuşmaya başladıklarına dikkat çeken Mertcan şu başlıklara değindi:

‘Gidişatın Soykırım Olacağı Anlaşılıyordu’

Şimdi bir soykırım. Bunun zaten ilk adımlarından bir soykırıma olduğunu anlayanlardan biriyim ben. Birçok insan aslında HTŞ denilen terör örgütünü tanıyanlar Vahabi Selefi teröristleri bilenler, onların sevdiği lafla ‘fıtratlarını bilenler’ zaten işin nereye varacağını baştan anlıyordu. Tabi burada soykırım olmuyormuş gibi anlatan insanlar gazeteciler bile vardı. Şimdi tarihimizde; Koçgiri, Maraş, Sivas, Malatya vb. katliam süreçleri var ve maalesef kötü bir kader. Fakat şu notu düşeyim, Alevilerin tarihi sadece katliamlar tarihi falan da değil, 1938’den 2025’e farklı coğrafyalarda, farklı dilleri konuşan Alevilerin önemi bu var. Alevilerin tarihi eğer hala bu konuşuluyorsa bu aynı zamanda bir direnişin de tarihidir.

‘Çıkardığımız Ses Yeterli Değil’

Şimdi Suriye’de bugün Aleviler çığlık atıyor! Dünya neden sağır ve kör? Hani kurbağa hikayesini bilirsiniz. Kurbağa, dünyayı kuyunun ağzı kadar zanneder. Birkaç grup insanız bazen, zannediyoruz ki bizim yaptığımız gürültü her yerden duyuluyor. Öyle değil. Bakın iki gün önce Hamburg 1 Mayıs’ındaydım ve hazırlanan bir pankart döviz dahi görmedim. Birçok Alevi kurumu var, bunun dışında sol kurumlar var ve baştan sona öyle gezdim tek bir döviz yok. Büyük bir hayal kırıklığı. Bu vahim bir şey! Zaten uluslararası alan duymuyor bizi. Hangi Alman basınında ne kadar verildi bu yaşananlara? Ama buna rağmen bu bizde büyük bir pasifizm, umutsuzluk yaratmasın diye bir iki örneğini göstereceğim. Biz ancak; gürültü yaparak, ses çıkararak, itiraz ederek, bir mücadele yürüterek onların gündemine girebiliriz.

‘Suriye’ye Vahabi Selefi Çeteler Doldurulmuştu’

Şimdi savaşın başladığı 2011’den bugüne bir aktarım yaparsak. Bu savaş patladığında Suriye’de “Alevi Beşar Esad diktatörlüğü var. Devlet Alevilerin egemenliğinde. Muharebat istihbarat servisi Alevilerin elinde” diye inanılmaz bir Alevi antipropagandası yapılıyordu. Fakat sokaklara çıkanlar gerçek bir muhalefet değildi. Suriye’nin gerçek muhalifleri bile bu sokak eylemlerini gördüğünde “bu bizim muhalif hareketlerimiz değil” demişlerdi. Sokakları Vahabi Selefi teröristler doldurmuştu. Çünkü daha ilk günlerden başlayarak cuma namazlarından çıkıp “Aleviler ve Hristiyanlar Beyrut”a sloganlarıyla başlamışlardı.

‘Cihatçı HTŞ’ye Altın Tepside Sunuldu’

Şimdi 14 yıldır bir şekilde bu dünyanın çeşitli yerlerinden gelen farklı İslamist cihatçı terör gruplarının saldırısı altındaki ülke birçok kimsenin hakikaten aklının almayacağı biçimde 12 gün içinde ABD’nin yabancı terör örgütleri sitesinde duran Avrupa Birliği açısından bile bir terör örgütü olarak tanımlanan HTŞ adlı bir yapıya bir nevi altın tepside verdiler iktidarı. Bu süreçten sonra Alevilere yönelik katliamlarla ilgili bazı İnsan Hakları çevrelerinden arkadaşlarımıza durumu anlattığımızda “ya onlar Esad’ın taraftarları, eski rejimin mensupları” diye tepkilerle karşılaştık inanamadım. Örneğin Der Spiegel’den bir editörle görüştüm yaşananları anlattım ama; “çok önemlidir, ama biz bunların yayınlayamayız” dedi. Suriye’deki Alevilerle ilgili ayrıştırıcı, ötekileştirici tavırları uzun yıllardır görüyorum. Bu ötekileştirici bakış Alevi topluluğu içerisinde de var. Tabi bu bakış açısı uzun yıllar öncesinden geliyor. Suriye’de, Lübnan’da Doğu Akdeniz’in Revat denilen bölgenin otonom yerleşik bir halkından bahsediyoruz. 500-1000 bin yıl değil, burada binlerce yıldır yaşayan bir halktan bahsediyoruz ve bunlar kendini ana dilleri Arapçada da Alevi derler. Nusayri adı ise tarihsel ve dini bir lider olan Muhammed bin Nusayir’i takip edenler anlamında demiştir ama hakaretle aşağılamayla, iftirayla kullanılmıştır. Topluluğun kendine tanımlama biçimi Alevi. Zaten Arap dünyasında olduğu için Arap Alevi demeye gerek yok ama Türkiye’de bu ihtiyacı duyabiliyoruz.

‘Suriye’de Kamusal-Rejimsel Olarak Bir Alevilik Yoktur’

Cihatçı Selefi kesimin Esad ailesinin Alevi kimliği üzerinden çok fazla anti propaganda yapılıyor. Evet Esad ailesinin kimliği Alevi. Yoksul Alevi çocuklarının orduya girme süreci var. Fransızlar döneminde özel askeri yönetimler oluşturulmuş. Tahmin edeceğiniz gibi yoksul topluluklar, azınlık toplulukları, başta da Aleviler, dağlarda çok yoksul bir biçimde yaşayan Aleviler orduya gidiyorlar. Zengin Sünniler, Hristiyanlar orduyu tercih etmiyor çünkü onlar için o yıllar tercih edilen bir şey değil onlar için. Esad’ın Alevi olmasına bakılıyor ama ne Hafız Esad ne Beşar Esad asla kamusal olarak Aleviliğe dair zerre bir söylemleri siyasetleri ne pozitif katkıları vardır ne böyle bir tavır içerisine girmişlerdir. Suriye’de de Aleviliğin statüsü yoktur. Alevi din adamlarının Alevi kurumlarının tanınması yoktur. Zamanla diğer inanç ve etnik kimliklerden kesimler gibi ordu ve kamusal alanda yer alan bir nüfusları oldu ama statüsü asla olmadı. Sonuçta Esad’la birlikte hareket eden seküler sünni ve diğer inançlardan kimliklerden kesimler mevcuttu.

‘Türkiye Hattında Eti Türkü Siyaseti İşlendi’

Türkiye’de 1930’lu yıllarda Antakya’nın ilhak edilmesi sürecinde bu Alevi topluluğu ‘öz eti Türkü’ olarak tanımlandı, kimi zaman havuç, kimi zaman sopa siyaseti ile ikna edilme durumu vardır. Bu insanlar sonuçta Türkleştirilme politikalarına maruz kaldılar. Şiddetli bir biçimde maruz kaldılar. Bu açından Dersim Aleviliği ile yaşadığı ortak durumlar var. Örneğin Hasan Reşit Tankut var. Aynı zamanda istihbaratçı olduğu, emniyet mensubu olduğu da söyleniyor. Onun Dersim Alevileri ile ilgili çalışmalarında Türklük içinde tanımlıyordu. Buna benzer söylemleri Fetullah Gülen’de videolarında söyleyip Arap Alevilerini Dersim Alevilerini hedef alıyordu. Şu videoda asıl Alevilerin köylerde yaşayan “Şirin Türkmenler olduğunu” ama Arap Alevilerin ise farklı kimliklerden meydana geldiğini ifade ediyordu. Savaş öncesi fetvası da vardı.

‘Yeterince Örgütlü Tepki Verilmedi’

Bu fetvalar tarihte durduğu gibi durmuyor. Bugüne geldiğimizde karşılığı var. Ahmed Bin Teymi Selefilerin önder olarak gördüğü kişi var. Bu kişinin çoluk çocuk kadınların erkeklerin öldürülmesi, mallarına el konulmasına dair fetvaları var. Bu fetvaları referans alarak bugün de aynı katliamlar gerçekleştirildi. Çok fazla sivil katliamı oldu. Bu katliamları işlerken sivilleri keserek yapıyorlar. Savaşın 6. Veya 7. Yılında 150 bin civarında Alevi sivil katledildiği biliniyor. Sadece sivillerle kalmadılar. Alevilerin mülkleri bahçeleri ağaçlıkları, mezarlıkları da mahvedildi. Bu bölgelerden Alevilerin tehcir edilmesi siyaseti yıllar öncesinden vardı ve son katliamlarla bu siyaset daha fazla gündemleşti. Bu savaşın ilk dönemlerinde de Türkiye’de de Arap Alevilerin yaşadığı mahallelerde çarpı işaretleri koyuldu. Yaşanan bu gelişmeler sonucunda buzu kırıp yolunu açan Arap Alevi Gençliği oluştu bir uyanış gerçekleşti ama bu yaşanan katliamları engellemeye yetmedi. İşte zamanında tepki örgütlenseydi bugün bu soykırımla karşılaşmayacak ve katliamlar bu kadar ilerlemeyecekti. Ama yeterince tepki veremedik. Alevi toplumu kendisi bile olanlara biraz yabancı kaldı.

‘Öz Örgütlülük ve Ortak Mücadele’

Sözlerime son olarak iki örnekle son vermek istiyorum. İlki çocuk yoksul İbrahim öldürülmüştü. İple bağlanmıştı. Diğeri ise çocukları, torunları gözleri önünde öldürülen Zerka Ana o selefi katillere karşı dimdik karşı durmuştu. Gelelim sonrasına. Bu mesele sadece Alevilerin katledilmesiyle durmayacak, Suriye’nin Dürzileri, mevcut selefi egemen İslam ile barışık olmayan sünnileri, Hristiyanları, sekülerleri katledilmeye devam edecektir. Bu kadar kör ve sağır kalınan bir durumda ne yapılacak? Birçok ilerici kurum ve kuruluş örgüt var ama ciddi anlamda dönüp bakan yok. Siz kendi öz örgütlülüğünüzü ve öz gücünüzü kurmasanız başkası sadece sizin yaşadıklarınızı çağırmakla durum kalır. Yani Alevi toplumu Sivas katliamından sonra önemli bir öz örgütlülük düzeyini yakaladı. Bunu asla küçümsemiyoruz fakat yeni yaşanan bu gelişmeler karşısında ne kadar yetersiz olduğunu da görüyoruz. Öz örgütlenme önemli ama sadece Alevi kimliğine kapanarak değil ortak kolektif farklı kesimlerle birlikte hareket ederek bir şeyler başarılacağını düşünüyorum”.

Mertcan’ın ardından söz alan akademisyen tarihçi Taner Akçam, söz alarak “Alevi Katliamlarını ABD İsrail ve Türkiye’nin bölgedeki politikaları üzerinden anlamak” başlığıyla konuşmasını gerçekleştirdi.

‘İsrail’in Güvenliği İçin Bölgesel İstikrarsızlık Siyaseti’

Kudüs’te 1984’deInstitute for Advanced Strategic and Political Studies [Gelişmiş Stratejik ve Siyasi Çalışmalar Enstitüsü] adlı bir düşünce kuruluşunun Benyamin Netanyahu’ya yakın olan ve bugün Neo-Con denilen yeni muhafazakarlar olarak da bilenler tarafından kurulduğunu belirterek sözlerine şöyle devam etti: “Bu kuruluş, 1996 yılında Netanyahu için “Clean Break” [temiz kopuş]olarak adlandırılan bir rapor hazırlar. Benim konum bu rapor. Çünkü bu rapor, İsrail’in bugünkü politikalarını anlamamıza yardımcı olacak. Raporun amacı,“2000’e Doğru Yeni Bir İsrail Stratejisi” oluşturmaktır. Raporun birkaç ana konusu var. Birincisi, İsrail’i, “İşçi Siyonizmi” olarak bilinen ve ekonomiyi durdurduğu ve zincire bağladığı düşünülen ‘sosyalist’ anlayıştan koparmayı hedefliyor. Amaç, İsrail ekonomisini düze çıkartmak. Ama rapor ayrıca ve belki bundan çok daha önemli olarak “Yeni Ortadoğu” projesine sahip. Planın en önemli özelliği, “Bölgesel İstikrarsızlık” gibi merkezi bir kavrama sahip olması. İsrail’in bölgesel güvenliğini sağlamak için bölgesel istikrarsızlık yaratılmasının şart olduğu ileri sürülüyor ve bu bu istikrarsızlık bir siyasi hedef olarak konuyor.

‘Ortak Türkiye ve Ürdün’

Plan, bu hedef için bölgedeki ülkeleri, dost ve düşman ülkeler olarak ayırıyor. Dost ülkelerin başında Türkiye ve Ürdün sayılıyor. Bu iki ülke ile yakınlaşarak, bu ülkelerle birlikte bölgenin istikrarsız hale sokulması hedefleniyor. Rapor, bölgedeki dört devleti Irak, Suriye, Lübnan ve İran’ı barışı ve bölge güvenliğini tehdit eden ana sorun kaynağı olarak tespit ediyor. Suriye’nin Lübnan’ı kontrol etmesi en büyük sorun ve bunun için ama öncelikle Irak Saddam rejiminin sonlandırılması şart. Rapor, İsrail’in, Türkiye ve Ürdün ile işbirliği içinde Suriye’yi çevreleyerek zayıflatması stratejisini savunuyor. Ve Ürdün ve Türkiye’nin, Suriye’yi zayıflatmaya yönelik tüm politikaları destekleneceğini söylüyor. Yani bu dört ülkede rejim değişikliğinin şart olduğu 1996’da savunulmaya başlanıyor ve hedef olarak öne konuyor. Irak rejiminin devrilmesi, İsrailin en önemli stratejik hedeflerinden biri olarak tanımlanıyor. Bu stratejinin özü, İsrail’in bölgesel hegemonyasını sağlamak.

‘Cihatçıları İsrail Eğitti’

İsrail’in 2006 yılında Lübnan’a saldırısı bu planın parçası idi ve ama 2006 Temmuz ortasında başlayan operasyon Ağustos 2006 ortasında bir anlaşma ile sonuçlandı. İsrail, Hizbullah karşısında savaşı kaybetti. Arap Baharı Mısır, Libya ve Suriye’de büyük altüst oluşlara yol açtı. 2011’de Suriye’de iç savaş başladı. ABD, İngiltere ve İsrail ortak olarak Suriye’de iç savaşı derinleştirme stratejisi hayata geçirmeye başladılar. Bunun için Suriye’deki muhalefete silah ve mühimmat tedariki gerekiyordu. Bunun için yeni bir strateji geliştirildi ve Operasyon Timber Sycamore (sikimore)olarak adlandırılan gizli bir silah tedarik programı organize edildi. CIA ve Mİ6 (İngiliz Gizli Servisi) tarafından yürütülen bu program Libya’dan elde edilen silahların Suriye’ye cihatçılara aktarımını hedefliyordu. Planın uygulayıcısı Türkiye’dir. Projeyi imzalayan Obama başlangıçta plana karşı çıkmış ama Netanyahu ve Ürdün Kralı onu ikna etmişlerdir. Proje Suriye cihatçılarına silah tedariki yanı sıra, onların Türkiye ve Ürdün tarafından eğitimini de içeriyordu. Timber Sycamore Operasyonu’na bağlı olarak Türkiye ile CIA arasında 2012 yılında “Sıçan Hattı” veya “Sıçan Yolu” olarak adlandırılan özel bir antlaşma imzalandı. Bu antlaşmayı ve bazı detaylarını Seymour Hersh adlı bir gazeteci 2014 yılında açıkladı. Bu plan başarıyla hayata geçirildi ve 2015 yılında İdlib bu “ılımlı cihatçıların” merkezi olarak yaratıldı. CIA bunu büyük bir başarı olarak sundu. 2019 yılında İsrail Genelkurmay Başkanı cihatçı örgütlere silah ve eğitim verdiklerini kabul etti. Ayrıca İsrail, Golan Tepeleri üzerinden yaralanan cihatçılara sağlık hizmetleri de veriyordu.

‘Suriye Rejimi Çökmesi İçin Düğmeye Basıldı’

7 Ekim 2003 Hamas saldırısı Suriye’de rejim değişikliği konusunda düğmeye basılmasına da yol açtı. ABD İngiltere ve İsrail’in Ortadoğu’yu Balkanlaştırma stratejisinin karşısında ciddi bir direniş hattı oluşmuştu. İran önderliğindeki bu hat, Suriye, Lübnan Hizbullah’ı ve Yemen’den oluşuyordu. İsrail’in Lübnan’da Hizbullah’a ve İran’a yönelik saldırıları istenilen sonuçları vermedi. İsrail, Hizbullah’a büyük zarar vermesine rağmen, Lübnan içlerine 2006’da olduğu kadar bile ilerleyemedi. Sonuçta, ABD, İngiltere, Türkiye ve İsrail, Suriye’deki rejimi devirmek için düğmeye bastılar. Belki ilk aşamada Şam’ın ele geçirilmesi planda yoktu ama Beşar Esad rejiminin çökmesiyle Suriye de çöktü.

‘İsrail-Türkiye Apartheid Rejimindedir’

Sonuçta, “direniş ekseninin” en önemli merkezlerinden birisi olan Suriye çökmüş oldu. Ortadoğu’da yeni bir düzen kurma arayışları var ve bu düzenin üç önemli ayağı var. Suriye Türkiye ve Suudi Arabistan ile bu ülkelerle birlikte hareket eden Körfez ülkeleri. Ben bölgenin veya daha önemlisi Suriye’nin geleceğinin önemli ölçüde İsrail-Türkiye gerilimi ekseninde şekilleneceği tahmin ediyorum. Önemli olan bu iki rejimin de apartheid rejimleri olmasıdır. Türkiye’nin Kürtleri ve Alevileri, İsrail’in Filistinlileri var. Türkiye Filistinlileri, İsrail de Kürtleri ve Alevileri koruyacaklarmış gibi bir intiba yaratıyorlar.

‘Gelecekte Karamsar Bir Tablo Var’

Özetle, Suriye’de Alevilere yönelik katliamları bu büyük resmin içinden okumakta fayda vardır, diye düşünürüm. İsrail’in amacı, Suriye’de sorun çözmek değil, kaosun yayılmasıdır. Son derece zayıf bir rejimin varlığı onun çıkarınadır. Türkiye ile aralarında Suriye’nin kontrolü konusunda bazı gerilimler vardır ama bu da kısa sürede halledilebilecek bir sorun gibi durmaktadır. Azerbaycan bu konuda arabuluculuk yapmaktadır. Trump’un Suudi Arabistan ve Türkiye’ye yapmayı planladığı gezi ve görüşmelerin ne tür bir sonuç vereceğini ise henüz bilmiyoruz. Tüm bu tablonun bize gösterdiği gerçek şudur: bölgede Alevilere yönelik katliamları bir tek dini eksenli ve Osmanlı-Türk tarihi ekseninde açıklama çabaları, son derece faydalı ve önemli arka plan bilgileri vermekle birlikte eksik kalır. Bölgede istikrar ve barışın sağlanması maalesef çok uzak bir ihtimaldir. İsrail’in Gazze soykırımına hız vermesi ile Türkiye’nin Kürt meselesinde sert müdahalelere başvurması olası seçenekler arasındadır. Ortada bölgenin zayıf halkları için çok olumlu bir tablo çizemiyorum, diyerek sözlerimi tamamlamak istiyorum!”

Yapılan konuşmaların ardından panel soru-cevap bölümü ile sona erdi.

Haber ve Fotoğraflar: BAT-Cemevi Basın Ofisi / Ulaş Yunus Tosun